Çocukluğumun Geçtiği Semtler , Kocamustafapaşa- Samatya
Bu Semtlerden Bir Öykü
NİHANSIN DİDEDEN
Cami duvarının hemen öte yanındaki kahvenin bahçesinde boş tek bir masa bile görülmüyordu. Her bir masanın çevresinde en az üç dört kişi oturmaktaydı. Kapalı bölümde ise kimsecikler yoktu neredeyse ama Ağustos ayının eskilerin “eyyamı bahur” dedikleri bu en sıcak günlerinde dört duvar arasında oturup buram buram terlemeyi hangi babayiğit göze alabilirdi ki?
Adam çevresine umutsuzca bakınarak oturabileceği bir boş masa aradı gözleriyle. Ama masa şöyle dursun, üzerine ilişmek için tek bir sandalye dahi göremedi. Kapalı bölüme girmekle girmemek arasında kararsızlık geçiriyordu.
“Ha içeriye girmişim ha hamama” diye söylendi kendi kendine. “Sonuçta ter içinde çıkacak değil miyim oradan da?”
Bakışlarını son bir kez daha masalar üzerinde dolaştırdı. Tam artık gitmeye karar vermişti ki, birden gözleri parladı. Birkaç adım ilerde dip tarafta, koca çınar ağacına b***şik yarı gizlenmiş, tamamen boş değilse de tek bir kişinin oturduğu bir masa çarpmıştı gözüne. Oraya doğru gitti, masadaki adama boş sandalyelerden birini göstererek oturmak için izin istedi. Adamdan çok nazik bir şekilde “Buyurun efendim, tabii ki, lûtfen, rica ederim” yanıtını alınca masanın bir kenarına ilişti.
Masanın ilk sahibi, arada tek tük siyahları görünen ak ve iyice seyrelmiş saçlarına bakılırsa orta yaşı epeyce aşmış biri olmalıydı. Sağ elinde tuttuğu ince belli, yaldızlı bardaktaki çaydan bir yudum içtikten sonra yeni gelene “merhaba” dedi. Sol elinin parmakları arasında otuz üçlük, beyaz bir tespih çevirmekteydi.
Sonradan gelen adam öncekinin sel***** aynı biçimde “merhaba” diyerek karşılık verdi.
İki dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki, kahvehanenin garsonu masanın başında beliriverdi. Sırtında açık mavi renkli iş ceketi vardı. Oldukça şişkin göbeğinin tam da üzerinde büyücek deri bir çanta taşıyordu. Çanta belindeki enli kemere takılıydı.
Garson sonradan gelene ne içeceğini sordu.
“Soğuk bir meyve suyu” dedi adam. Garsonun üst üste birkaç değişik içecek sayarak “hangisini istersiniz?” sorusunu da “soğuk olsun da hangisi olduğu önemli değil” diyerek yanıtladı.
Masada ilk oturan “ bana da bir çay daha” dedi garsona.
Sonra da yeni gelene döndü:
“Sıcak havalarda sıcak içecek daha iyi gidermiş. Öyle söylerler. Vücut içinin sıcaklığıyla dışarınınki dengede tutulurmuş o zaman. İnsan da sıcağı daha az hissedermiş. Doğrudur da hani. Soğuk bir şey içtiniz mi anında ter olur, gider vücudunuzdan. O zaman da hararet basar ve daha çok susatır sizi.”
“Öyledir de, benim daha şimdiden dilim damağıma yapışmış vaziyette” dedi sonradan gelen “Önce soğuk bir şey yudumlayalım hele. Baktım hala hararetim devam ediyor, ardından da bir çay içerim olmazsa”.
Parmağıyla adamın elindeki bardağın dibinde kalan çayı işaret etti:
“Çayınızın rengi de tam tavşan kanı gibi hani! Bayağı güzel görünüyor. Tadı da göründüğü gibiyse mesele yok.”
“Gerçekten de öyle. Bizim Kâmil Allah için çok güzel çay demler. Bir tane de siz için, tavsiye ederim.”
Yarenlik başlıyordu artık. Masada ilk oturan yeni gelene sordu:
“Bu semtten değilsiniz her halde. Pek çıkaramadım da sizi…”
“Değilim. Bir iş için gelmiştim ama o da olmadı. Aradıklarımı bulamadım. Hava zaten çok sıcak. Yoruldum da. Geçerken burayı görünce oturup biraz dinleneyim bari dedim. Aman, ne kadar da kalabalıkmış meğerse!”
“Öyledir beyim! Hele ki bu mevsimde kimi zaman burada iğne atsanız yere düşmez neredeyse. Merkezi yerdir ya ne de olsa! Duraklara da yakın. Eh, çayı da güzel, daha ne istenir ki? Ama her zaman bu kadar kalabalık olmaz yine de.”
“Az önce beni çıkaramadığınızı söylemiştiniz. Siz bu semtte oturan herkesi tanır mısınız peki? Eskilerden olmalısınız ama koskoca bir semt burası. Neredeyse İstanbul’un dışında ayrı bir şehir gibi.”
Masanın ilk sahibi gülümsedi. Sol elinden hiç bırakmadığı tespihi döndürerek yanıt verdi:
“Elbette ki herkesi tanıyamam beyim! Siz de diyorsunuz ya burası çok büyük bir semt diye. Öyle de, bizler ne olsa buranın yerlilerinden sayılırız. Hem eskiden bu kadar kalabalık değildi. Bu yüzden semtin eskileriyle ne de olsa en azından bir göz aşinalığımız, selam sabahımız vardır. Ama İstanbul’un yerlisi gibi bu semtin yerlisi de iyice azınlıkta kaldı artık. Neredeyse parmakla gösterilecekler.”
Bu arada garson siparişleri getirmişti. Masaya ilk oturan adam yeni gelen tavşan kanı çayından bir yudum alarak konuşmayı sürdürdü:”
“Bu kahveyi siz şu an kalabalık görüyorsunuz ya, fazla da kulak asmayın. Burada oturanların çoğu namaz vaktini bekleyen dindarlardır. Hele bir ezan okunmaya başlasın, en az üçte ikisi kalkacaktır. Diyeceğim o ki, muhafazakârlığına söylenecek söz yoktur semtimizin. Bir de cenaze olduğu günler iyice kalabalıklaşır burası.”
“Çok cenaze olur mu burada?”
Masanın ilk sahibi sonradan gelenin yüzüne şaşkınlıkla bakarak soruya yine soruyla karşılık verdi:
“Ne demek çok cenaze olur mu? Allah’ın takdiri bu beyim! Hiç belli mi olur ki? Bir bakarsın kimi gün üçü, dördü birden, bir bakarsın hiç yoktur. Ama cenaze olmadığı günler sayılıdır desem yeri. Semtimizin en büyük ve bir de en merkezi camisi olduğu için cenazelerin çoğu buradan kalkar.”
O esnada hoparlörlerden gürültülü bir şekilde ezan sesi yükseldi. Ezanın okunmasıyla birlikte masalarda oturanların da çoğu ayağa kalkarak cami avlusuna açılan kapıdan içeri girmeye başladılar.
Ezan sona erince masada ilk oturan yeniden söz aldı:
“Söylemiştim ya beyim! Bakın, şimdi şurada oturan saysanız yirmi kişi ya vardır ya yoktur. Namazdan sonra yine biraz kalabalıklaşır ama az öncesi kadar olmaz.”
Çayından bir yudum daha alarak sürdürdü:
“Benim çocukluğumda şu hoparlör denilen zımbırtı yoktu minarelerde. Namaz vakti geldi mi müezzin çıkardı minareye, bir güzel ezanını okurdu. Hem öyle çok daha etkili olurdu dinleyenler için. Hele ki bir de müezzinin sesi güzelse! Bir Muzaffer usta vardı mesela. Esas mesleği marangozluktu. Ama kimi zaman imam efendinin ricasıyla minareye çıktığı da olurdu. Yaşınız elverecekti de, siz o adamı bir dinleyecektiniz beyim! Allah ona bir ses vermiş ki, güzel olur da bu kadar mı olur? Hani onu dinleyen gayrimüslimin bile Müslüman olacağı gelirdi desem yalan olmaz. O kadar etkilerdi. Adamdaki insan sesi değil de bülbül sedasıydı sanki.”
Sonra gelen ötekini hiç sesini çıkarmaksızın büyük bir ilgiyle dinliyordu. Masanın ilk sahibi de bunu fark etmiş olmalı ki, şimdi daha bir coşkuyla konuşuyordu.
“Şimdilerde artık pek kalmadı ama benim çocukluğum ve ilk gençliğimde buraların gayrimüslimi de bayağı boldu. Gayrimüslim dediğim de Rum ve Ermeni yani. Yahudi pek bulunmazdı. Bakın, şimdi söyleyeceğimi yalan diye bellemeyin. Muzaffer ustanın ezan okuyacağını duyunca, sırf onu dinleyebilmek için bu Rumlar ve Ermeniler de gelirlerdi kahveye. Oysa şimdi kim kimi dinlemeye gelecek ki? Adamı yerinden hoplatan cızırtılı madeni sesi mi dinleyecekler? Müezzin istediği kadar güzel sesli olsun! Cızırtıdan o sesin güzelliğini anlayamıyorsun ki!”
O sırada önlerinden geçmekte olan garsona seslendi:
“Evladım, iki çay getirir misin buraya?”
Sonra da yeni gelene döndü:
“Çayları size sormadan istedim ama artık kusuruma bakmazsınız sanırım. Çaylar benden. Siz benim konuğum sayılırsınız. Hem dedim ya! Siz hele Kâmil’in çayının bir tadına bakın, pişman olmayacaksınız, eminim.”
“Gördüğüm kadarıyla çayı çok seviyor olmalısınız.”
“Benimkisi sevmekten de öte beyim! Siz belki tiryakilik diyeceksiniz ama benimki daha fazlası. Ekmek, su ve bir de çay. Benim için bunlar yoksa yaşam da yoktur. Diyelim kazara bir sabah çay içmeden yola çıksam o gün benden kimse hayır beklemesin. Ne kafam çalışır ne de elim ayağım tutar. Baş ağrısı da cabası. Kaba bir hesapla ben diyeyim yirmi bardak, siz deyin belki çok daha fazlası. Bu benim günlük ihtiyacım. Ama Allah’a şükür başka tutkum yok. Kahve, arada bir canım çekerse ancak. Çay gibi değildir yani. Sigara derseniz, o da işte günde üç beş tane tüttürdüğüm olur. Hepsi bir yana, benim için varsa yoksa çay …”
Daha konuşacaktı ama yeni gelen altında oturdukları ulu çınarı göstererek onun sözünü kesti:
“Bu ağaç epeyce yaşlı olmalı bana kalırsa. Siz kaç yaşında olduğunu biliyor musunuz?”
“Bunu ben de çok merak etmekteyim ama bugüne kadar bilenine rastlamadım” diyerek yanıtladı ilk gelen.
“Üç yüz diyen var, dört yüz diyen var, hatta yaşını İstanbul’un fethine kadar çıkaranlar bile var. Ama iki yüz yaşından daha az olmadığı da bence kesin. Görüyorsunuz ya! Şu en sıcak günlerde bile nasıl serinletiyor insanı. Ha, bilir miydiniz? Büyük Şairimiz Yahya Kemal de çok severmiş burayı. Benim o çok beğendiğim “Kocamustâpaşa, ücra ve fakir İstanbul” diye başlayan şiirini işte bu koca çınarın altında yazmış.”
Sonra gelen diğerini beğeniyle süzdü:
“Çok güzel! Demek şiirle de uğraşıyorsunuz!”
“Pek öyle sayılmaz! Benimkisi yalnızca bir merak… Okumayı severim, yalnızca o kadar!”
“Bildiğim kadarıyla Sait Faik’in de yolu düşmüş buralara” dedi sonra gelen. “Sur dışında hayat” adlı hikâyesinde bu yöreyi anlatıyordu yanılmıyorsam.”
“Bilirim rahmetlinin o hikâyesini. Tam burayı değil de biraz daha dış tarafları anlatır o hikâyede. Sait Faik sıkıntılı adammış. Bir bakarsınız ki çat burada, çat başka yerde. İşte o sıkıntılı anlarından birinde geçmiş olmalı buralardan. Geçmiş ama hani ‘ateş alır gibi’ derler ya, öyle işte. O hikâyesinde de daha çok Yedişehitler’i, sur dibini, Silivrikapı’yı falan anlatır. Aslında burası İstanbul’un ilk kurulan semtlerindenmiş. Hem Bizans zamanında ünlü bir yermiş hem de Osmanlılar döneminde. Bakın, şu hemen yanı başımızdaki cami aslında bir Bizans kilisesiymiş. Zaten biraz dikkatle baktınız mı aslını kendi de belli eder. Düz ayaktır. Sultan İkinci Bayezid’in veziri Koca Mustafa Paşa camiye çevirttirmiş Bizans kilisesini. Hani bir söylentiye göre Cem Sultan’ı zehirli ustura ile tıraş ederek ölümüne neden olan Koca Mustafa Paşa. İşte semtimizin adı da onun adından geliyor zaten. Sonra efendim, Sümbüliye tarikatının kurucusu Sümbül Sinan Hazretleri de burada yatıyor. Türbesi cami avlusunda. Geçerken görürsünüz.”
“Camiyi de, türbeyi de daha önce görmüştüm” dedi sonra gelen. “Ama yine de bu semti yeterince tanıdığımı söyleyemem. Bakıyorum da siz semtiniz hakkında bayağı çok şey biliyorsunuz. Ayrıca okumuş, yazmış bir kişi olduğunuz da anlaşılıyor. Baksanıza Yahya Kemal’i, Sait Faik’i, Cem Sultan’ı hep bildiğinize göre…Tarihe de merakınız var anlaşılan”
“Keşke söylediğiniz gibi olsaydım, ama nerde!” diyerek güldü öteki. Gülüşünde bir acılık vardı.
“Her şeyde olduğu gibi okuma işi de bende yarım kaldı” diyerek sürdürdü.
“Bu yüzden bu eksiğimi şiirdi, romandı, hikâyeydi, tarihti demeden elime ne geçerse okuyarak gidermeye çalışıyorum. Semti tanımaya gelince biz ailecek burada doğmuşuz diyebilirim. Annem, babam, kardeşlerim… Üstelik de hepimiz aynı sokak ve aynı evde. Ah, elim kalem tutmalıydı da, buraları bir güzel yazmalıydım.”
Garson o sırada çayları getirmişti. Adam sonradan gelene:
“Bakar mısınız şu çayın rengine” dedi. “Tam da sizin dediğiniz gibi tavşan kanı değil mi? Hele bir de tadına bakın!”
Sonra gelen, çaydan bir yudum aldı:
“Gerçekten de güzelmiş! Benim çaya karşı pek öyle düşkünlüğüm yoktur ama böyle çay oldu mu o zaman başka!”
“Afiyet olsun! Evet, ailecek hepimizin burada doğup büyüdüğümüzü söylemiştim. Efendim, herkes doğup büyüdüğü semti, mahallesini iyi kötü tanır değil mi? Bu gayet doğaldır. Ama benimkisi başka… Bu semti tanımak bende henüz küçük yaştayken başlayan bir meraktır.”
Eliyle hemen yirmi beş, otuz metre kadar ötelerinde yükselen koca bir taş binayı gösterdi:
“Şu binayı görüyorsunuz ya! İşte bu da başlı başına bir tarihtir. On sekizinci yüzyıldan kalmaymış. O dönemlerde Rüştiye imiş. Benim zamanımda ilkokuldu. Şimdi de öyledir. Beni de yetiştiren okuldur. Ben okuldan çıkışlarımda doğrudan eve gideceğime değişik sokaklara sapar; o sokak senin, bu sokak benim, semti enine boyuna tanımaya çalışırdım. Bu yüzden de yolu uzatır, eve varınca da geç kaldığım için annemden bir güzel azar iş***rdim. Ama böyle yapmaktan vaz mı geçerdim dersiniz? Hayır. Huy canın altındadır derler ya! İki, üç gün eve vaktinde varırdım sonra haydi yine yeni sokaklar keşfetmeye! Bir de Doğan diye bir arkadaşım vardı, kafa dengi, bu işi de onunla birlikte yapardık. Tabii sonra arkasından yine patırtı, gürültü, böyle giderdi. Ama işte bu merak sayesindedir ki, daha ilkokul sıralarındayken bile Yedikule’den Samatya’ya, oradan Cerrahpaşa’ya, Esekapı’ya, Şehremini’ne, Mevlanakapı’ya kadar sokak sokak tanırdım her yeri. Siz daha fazlasını da ekleyin isterseniz!”
Çayından bir yudum alarak konuşmasını sürdürdü:
“Burası eskiden, kozmopolit derler ya hani, öyle bir yerdi. Yani Müslim, Gayrimüslim hep bir aradaydık diyebilirim. Şu anda oturduğumuz yer, yani Kocamustafapaşa’nın merkezi deniz seviyesinden bir hayli yüksektedir. Burası Müslüman bölgesidir. Ara sokaklardan bir aşağı bölüme indiğinizde Sulumanastır’a varırsınız. Semtin en büyük pazarı da Cumartesi günleri orada kurulur. Sulumanastır Ermeni muh***ydi. Aslında şimdi yine de öyle ama Ermeniler benim çocukluğumda, ilk gençlik çağımda olduğu kadar çoğunlukta değiller artık. Ama yine de ilkokulları, kiliseleri ve cenaze levazımatçılarıyla hatırı sayılır bir topluluk oluşturmaktalar. Oradan yine aşağıya yani deniz yönüne doğru inerseniz Samatya’ya varırsınız. Bu seferki yokuşlar daha bir diktir. Samatya da eskiden Rumların yoğun olarak yaşadıkları bir yerdi. Şimdilerdeyse kaç aile kalmıştır bilemem. Bin dokuz yüz altmışlı yılların başlarında Samatya’daki tren istasyonunun adını değiştirdiler, oldu sana Kocamustafapaşa İstasyonu. Gelgelelim kırk yıllık Kâni olur mu Yani? Bilenler, tanıyanlarca bu ad tutmadı tabii ki! Kocamustafapaşa burasıdır, aşağısı yani deniz tarafı da Samatya’dır, o kadar.”
Masada ilk oturan adam öğrencisine ders anlatan adeta bir öğretmen edasıyla ve coşkuyla anlatmaktaydı. Sonra gelen de hiç sesini çıkarmadan gerçek bir ilgiyle dinliyordu onu.
Diğeri devam etti:
“Çocukluğumuzda on, on beş kafadar toplanır, ceplerimize de taşları doldurur koşardık doğru Rum ya da Ermeni mahallesine. Kendimizce mahalle kavgası yapacağız da, gâvur çocuklarını döveceğiz sözde! Bak sen hele! Ne var ki onlar çoğunlukta oldukları için kafası, gözü şişmiş olarak evlerimize dönenler yine bizler olurduk. O yetmiyormuş gibi ‘nedir bu üstün başın’ diyerek bir dayak da annelerimiz çekerdi bize. Kimi zaman da onların bizim mahallelerimize geldikleri olurdu. Tabii biz kalabalık olduğumuz için dayağı da o zaman onlar yerdi. Çocukluk işte, hey gidi günler hey!”
Onlar böylece konuşurlarken bahçe de –eskisi kadar olmasa da- ağır ağır yine kalabalıklaşmaya başlamıştı. Birden, kahvehanenin kapalı bölümünden bir Türk Sanat Müziği nağmesi yükseldi:
“Nihansın dideden ey mest-i nâzım
Bana sensiz cihanda can ne lâzım.2
Şarkıyı bir zamanların adı dillerden düşmeyen çok ünlü bir kadın ses sanatçısı söylüyordu. Masanın ilk sahibi şarkıyı duyar duymaz önce bir irkilir gibi oldu. Birden dalgınlığından sıyrılıvermişti. Yüzü kıpkırmızıydı. Elinde tuttuğu çay bardağını öfkeyle masanın üzerine bırakarak garsona seslendi. Garson gelince de o kızgınlıkla ver yansın etti adama:
“Siz insanı deli edersiniz yahu!”
Bunu söylerken bir yandan da hırsından tir tir titriyordu.
“Ben buradayken şu lânet olası şarkıyı bu kadının sesinden bana zorla dinlettirmeyin diye bin defa söylemedim mi size? Mahsus mu yapıyorsunuz nedir? Maksadınız beni delirtmek mi? Bak, bu son olsun? Bir daha kahvenize gelmem yoksa. Haydi git, sustur şunu hemen.”
“Tamam Salim baba, tamam!” dedi Garson gülerek. “ Bu kadar öfkelenme! Bak, tansiyonun yine fırlayacak yoksa! Sen madem istemiyorsun, biz de çalmayız bir daha! Seni kıracak değiliz ya!”
Garson ağır ağır, hiç telaş etmeden kapalı bölüme doğru yürüdü. İçeri girmeden önce bir, iki müşteriyle konuştu. Arada bir de Salim baba dediği adamın masasına doğru bakarak küçük küçük kahkahalar atıyordu. Birkaç dakika sonra içeri girdiğinde de zaten şarkı bitmiş, onun yerini hareketli bir halk türküsü almıştı.
Masaya sonradan gelen adamın dikkatini ise, Salim babanın gayet sakin bir halde
şarkıyı dinliyor olması çekmişti. Henüz iki üç dakika önce esip gürleyen, ortalığı adeta birbirine katan adam o değildi sanki. Yüz çizgileri iyice gevşemişti.
Cebinden bir sigara paketi çıkararak yeni gelene uzattı. Bir tane de kendisine yaktı.
“Az önce de söylemiştim ya! Aslında fazla bir tutkunluğum yoktur bu merete. Bir paket en az üç gün gider bana. Şimdi yine de içeceğim yoktu ama şu garson köftehoru canımı sıktı.”
Sigarasından iki nefes çekerek anlatmayı sürdürdü:
“Şu az önce dinlediğiniz şarkı var ya! İşte onu ne zaman duysam kan beynime sıçrar beyim. Burada çalışanlar da bilirler kızdığımı, hele ki yanımda bir yabancı varsa dalıma basmak için inadına bunu çalarlar.”
“O şarkı sesi teypten mi geliyordu? Ben radyo sanmıştım.”
“Teypten geliyor ya! Vaktiyle almışlar kasete. Ben sinirleniyorum ya! Onlar da beni kızdırmak için inadına yapıyorlar. Ama kabahatin büyüğü yine bende tabii. Cahil cühela takımı bir açığınızı yakaladı mı daha sonra gelip tepenize çıkar. Bunlara hiç yüz vermeyecektim!”
Sonra gelen adamın merakı iyiden iyiye artmıştı. Konuyu biraz daha kurcalamak amacıyla sordu:
“Anladığım kadarıyla Türk San’at Müziği ile başınız pek hoş değil gibi! Öyle mi gerçekten?”
Salim baba adama “bunu da nereden çıkarıyorsun” dercesine yarı şaşkın bir bakışla baktı:
“Yoo, yanılıyorsunuz. Türk San’at Müziği’nden hoşlanırım, hem de çok hoşlanırım. Ama bu şarkıyı, üstelik bir de bu kadından duyunca bütün cinlerim tepemde toplanıyor. Hiç sormayın!”
Sigarasından bir nefes daha çekerek dumanını havaya savurdu.
“Bu adamlara karşı durduk yere niye böyle davrandığımı sanırım merak etmişsinizdir, öyle değil mi? Bu oldukça uzun bir hikâyedir aslında. Ama arzu ederseniz, tabii ki vaktiniz de varsa anlatırım.”
“Doğrusunu isterseniz merak etmediğimi söyleyemem” dedi sonra gelen. “Ama özel hayatınızla ilgili bir konuysa ona da karışmak istemem. Ancak, tabii ki yine de siz bilirsiniz. Anlatmak isterseniz ben memnuniyetle dinlerim. Acelem de yok zaten.”
Adam aslında Salim babanın,
“Sen istesen de, istemesen de ben yine anlatacağım” diyen vücut dilini bakışlarından okumuştu. Nitekim,
“Madem ki merak ettiniz, ben de anlatayım o zaman” dedi Salim baba. “Yalnız anlatmaya başlamadan önce çaylarımızı bir kez tazeleyelim hele! Ne dersiniz, içeriz değil mi?”
Sonra karşısındakinin yanıtını beklemeden “Oğlum, bize iki çay daha getir” diye garsona seslendi.
Devamı Var..
Geändert von mustafa1954 (05.01.21 um 14:22 Uhr)