Refakatçi

Refakatçi

Saat 05:30 günün ilk ışıkları etrafa yayılıyor. Yumuşak bir ses “Günaydın.Nasılız bakalım bu sabah…” diyerek hasta odasına girer. “Günaydın hemşire hanım iyiyim. ” “Tansiyonumuzu ölçelim. Hııı… Çok iyi… şimdi termometreyi veriniz. Bakalım ateşimiz kaçmış. Ver bakalım kolunu , O güzel damarlarından da kan alalım.”

Sonra ciddileşerek hasta sahibine döner. “kanı acile götürün, bir de tüp alın, öğlen kan ölçümü için gerekli.” Birazdan tok bir ses duyulur: ” Kahvaltııı. .Kahvaltı geldii.” Bir parça beyaz peynir, dört beş zeytin tanesi, akşamdan kalma ekmek ve su bardağı dolusu rengi bozuk çay… Daha sonra kocaman paspaslar yuvarlana yuvarlana ortalıkta dolaşmaya başlar, pislikleri toplar mı dağıtır mı bunu anlamak için bir bilene sormak gerekir! Ama çamaşır suyunun kokusu her yana dağılır. Bunun üzerine kolonya şişeleri harekete geçer sözleşmişler gibi. “Ne pis koku aman.” diyen, kolonyayı sürünür. Sağa sola bolca serper. Salonda ki hava daha da berbatlaşır. Gözler yaşarır, geniz yanar.

Saat 07.30 olur. Doçentler, hemşireler ve öğrencilerle hastaları dolaşmaya çıkarlar. Her birinin başına kara bir dosya bırakırlar. Kendi aralarında durmadan konuşur, yorum yaparlar. Anlaşılmaz dedikleri. Kendi dillerince konuşurlar. Maksat hastaları değil kara dosyaları, hastalıkları ziyarettir.. Etraflarında kimse yokmuş gibi davranırlar. Gözlerinin içine, ağızlarının kıpırtısına odaklanmış hastaları görmezden gelirler. Konuşurlar, konuşurlar ve giderler…

Hasta refakatçisi, kanı acil kan merkezine götürmüştür. İki saat sonra, gelip sonucu alması istenir. Uzun koridorları geçer, merdivenleri bir solukta iner, bir solukta çıkar. Hastasını, profesör gelinceye kadar kontrole hazırlaması gerekir. Hastasının yatağını düzeltir, kahvaltı tepsisini kaldırır. Karanlık bakan yarı açık çelik dolabı, yürüyen masayı sabunlu sularla siler. Çiçeklerin suyunu değiştirir, sararmış yapraklarını temizler. Odaya, sabun kokulu sıcak bir hava vermeye çalışır. Ve gülümser… Günler boyu gülümser. Hayatından memnun görünür. Hastasına moral gereklidir. Arzularını, beklentilerini dondurmuştur.

Elbet iyi günler gelecek ve buzları çözecekti. O günler uzakta olmamalı. Böyle hisseder ya da böyle görünür. Refakatçi başka türlü düşünemez. İyimser olmalı, Polyannacılık oynamalı… Gülümsemeli… Buzlar nasıl olsa bir gün çözülecek. Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez.

Saat, 08.30 olur. Hasta bakıcılardan biri odaların kapısında çığırtkanlık yapar :

– Refakatçiler dışarı…Hoca geliyor…Lütfen hastaları yalnız bırakın.

Bütün refakatçiler emir gereği dışarı çıkar. Hastasına “Ben dışarı gidiyorum. Kapının önündeyim. Merak etme.” Demeyi de ihmal etmez. Artık saat, 11.30 olana kadar içeri girilmez.

Dışarıda, terlikli, uzun entarili kadınlarla, saçı sakalı karışmış erkekler buluşurlar. Ellerinde sigara, gözlerinde hüzün, umutsuzluk, uykuya karışmış bir yüz.. “Haydi çay içmeye inelim.” Der birisi.

Öteki; “Ben gidemeyeceğim” der. Yorgun ve umutsuzdur. Bir başkası; ” çarşıya gidelim mi ?” der. “Gidelim ama , ya; arar, sorarlarsa… Benim hasta, bu gece iyi değildi. İlaç filan lazım olur. Ben en iyisi gelmeyeyim. Siz gidin, bana da gazete alırsınız…”  ” Sabaha kadar uyuyamadım. Hastamın sancısı vardı.”

Der birisi… “Hemşire hanim bakmadı mı?” “Baktı, baktı ama; ne yapsın ! Doktorun dediklerinden dışarı çıkamıyor ki…” “Doğru öyle… Yapacak bir şey yok.” Doktorlar, hemşireler odalara girerler, çıkarlar… Sonu gelmeyen çalışma vardır. Bütün hastalara bakılır, gerekli her şey belli bir düzen içinde yapılır. Onlar, yorulmaz ve usanmazlar… Bu işe baş koymuşlardır. Ne ilaç saatleri karışır, ne dosyalar… Hep dimdik, enerji dolu, yumuşak, sessiz, usul usuldurlar.

Refakatçiler, dışarıda yatılı okulda çarşı iznine çıkan öğrenciler gibidirler. Kısa zamanda çok iş başarmak isterler. Ama; ya zaman yetmez, ya da içlerinden gelmez. Çoğu hiçbir şey yapamadan zamanı tüketir.

Bazıları, gece volta attığı koridorları, gündüz de ölçmek ister gibi, elleri cebinde, kamburu çıkmış halde duvarlar boyu gider gelir. Kim bilir aklindan neler geçiyordur ? Geçmişte elinden kaçırdığı güzellikler mi, şimdiki durumunu mu, yoksa; onun için gelecek de mi bir şey ifade etmiyor ? Dertli mi, hinçli mi , önceleri hiç sevinmiş miydi? Bilinmez. Gözleri de bakışları da artık hiçbir duyguyu ele vermez.

Birbirlerini tanımayan insanlar dertleşirler. Çoğu, birbirlerinin adlarını bile bilmez. Merak da etmez.

Doktorlar, hemşireler de onları yok sayarlar. Hatta hizmetliler bile. Hastanede hasta hizmetinin tamamı omuzlarına yüklendiği halde onları kimse bilmez. Nasıl uyur? Dinlenir mi? Sağlıklı mı? Üşür mü ? Korkar mı? Sorulmaz. Her halde kısa süre içinde refakatçileri da hasta yatağında görmeği ümit etmektedirler.

Onlar kimliksizdir. Oda numaraları adları olmuştur. 570, 565…

Refakatçinin adi yok… Adsızlar grubu, öyle güzel anlaşırlar ki, sanki akraba olurlar. Onlar hasta değiller ama; adsız dertlilerdir. Bazen hastalar mı, adsız dertliler mi daha iyi durumda diyesi gelir insanin. Hasta bakımı ve hizmeti ile ilgili bilgileri kısa sürede öğrenirler. Çünkü; bu hastalık hastaneye bir kere gelip, ameliyat olmakla geçmiyor. “Geçmiş olsun” dileği de çoğu zaman manasız bir kelime olarak kalıyor..

Kimi çarşıya, kimi kahve içmeye gider dışarı atıldıkları zamanlarda. Kimileri de merdiven başında bekler… İçeri girmeyi bekler, telefon etme sırası bekler. Hasta için değil de; kendisi için birini bekler.

“Sen nasılsın ?” diyecek, ” Bir isteğin var mi?” diye soracak, ya da;  Gel, sana bir hava aldırayım, dışarı çıkalım.” Diyecek birini bekler… Bazen böyle biri gelir. O zaman saatler daha hızlı çalışır, sanki, akrep at olur, tadına doyulamayan zaman akar gider. Bazen de beklenmeyenler , ağzından çıkanları duymayanlar gelir. Zaman uzar da uzar. Yelkovan akrepleşir, hava bozulur. ” Artık gidin, yeter artık ..” diye bağırmak istersiniz. Bağıramaz, kendi içinizde boğulursunuz. Gülümsersiniz… Boğazınızda bir şeyler düğümlenir.

Ağlamak istersiniz; “Hayır olmaz. Sen refakatçisin, kendine gel…” der, gülmek ister, gülemezsiniz. İçinizi sıkan bilemediğiniz, anlayamadığınız bir şeyler vardır.  Ama; gülümsersiniz…

Hastanede, gözyaşları içinde boğulan insanları gördüm. Hem de içlerine akıttıkları gözyaşları ile. Keşke bunlar sevinç gözyaşları olsaydı. Öyle olsaydı, zaten içlerine akmazdı. Nasıl bir yer burası? İnsan, buradayken başka hayat yok sanıyor. Her şey o taş duvarların arasında sıkışmış gibi. Gece güne karışmış, sevinç; hüzne boyanmış..

Karanlık saatler refakatçilerindir. Dertler, gece depreşir derler. Hastaların iniltilerini dinlerken ve elinizden bir şey gelmeden beklerken, geceler suçluymuş gibi; ” Kapkara, canavar geceler,  beyazlayın ! ” diye bağırmak istersiniz. Uzun, karanlık koridorlardan rüzgar gibi geçerken, ölümün soğuk nefesini ensenizde hissedersiniz. Ama geçersiniz. Çünkü; refakatçi olmak, bir ayrıcalıktır. Azrail bile dokunmak istemez.

Rüzgar kanat olur, iyilik perisi kolunuza girer, kuş gibi uçurur. Uzun, soğuk , karanlık koridorları iste böyle geçersiniz. Günün ilk ışıkları odaya süzülürken, geceyi düşünür; ” O, ben miydim ?” diye hayret edersiniz kendinize. Gece, onun için koşturduğunuz hastaya bakmaya gittiğinizde yatağın boş olduğunu görürsünüz. Kimseye bir şey soramazsınız. İçinizden bir şeylerin koptuğunu ve terminalde gitme sırasını bekleyen misafirin yola çıkışının derin sessizliğini bütün benliğinizde hissedersiniz… Çaresizliğin gerçek anlamı ile yüzleşirsiniz. Ve aksama doğru başka hasta yatağı doldurmuştur.

Bazı geceler, bütün hastalar iyi gibi olurlar, uyurlar, konuşurlar, inlemezler. İşte refakatçilerin sohbet geceleri… Bildikleri, duydukları ne kadar koca karı ilacı, ne kadar dua varsa birbirlerine öğretirler. Fıkra da anlatırlar. Ama gülüşlerde hüzün vardır.

Nihayet, günlerce süren kan tahlilleri, serumlar, endoskopi, karaciğer fonksiyonları ölçümü, akciğer röntgeni, şeker düşürme çalışmaları biter. Ameliyat hazırlığı başlar. Hasta temizlenir. Hem dış temizliği, hem de iç organların temizliği söz konusudur. Bütün hastalar o günü bekler. Ameliyat olunca, ilahi bir kudretin acılarına son vereceğini umarlar… İşte, son an. Biri gelir; iri yarı, bıyıklı; ” Hadi gidiyoruz…” der. Hastayı tekerlekli yatağı ile alır götürür. ” İçimin yağları eridi.” Derler ya; O tekerlekler dönerken sizinde yağlarınız erir, ayaklarınızın bağı çözülür, üşürsünüz, terlersiniz, titrersiniz. Yeni bekleyiş başlar. Saatler geçmek bilmez. Kocaman, demir parmaklı kapının önünde; sarı beniz, donuk bakışlarla, ayrı dünyadan biri gibi beklersiniz. İyi haber beklersiniz… Neyi beklediğinizi bilmeden beklersiniz. Sonra, her şey biter.

Ameliyat da biter. Patoloji raporu da gelir. Sonuç yine beklemek. . . Hem de belirsizlikle birlikte beklemek..

Ne zaman gecenin, pembe kanatlarıyla uçuşan pembe kelebekleri gelecek, sihirli dokunuşlarıyla her şeyi eskisi gibi yapacak diye beklersiniz. . Taburcu olursunuz… Yine refakatçi olursunuz, yine taburcu olursunuz. Yine, yine refakatçi, taburcu…. Olursunuz da bekleme yine bitmez. Sizinle beraber gelir. O sizden bir parçadır artık..

Sonra, sonrası yok hepsi bu. Ağlayınız ve bundan utanmayınız.. Bekleyecek bir şey kaldı mı ?.

Hadi gülümse, gülümse bakalım refakatçi..

Hikayeler – Seher Kece Türker

AdBlock veya uBlock Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün.

AdBlock veya uBlock'u Devre Dışı Bıraktım