Okuma süres 8 dk, 21 sn
Bir işin sahipliği ve sermaye gücünü elinde tutan kimse. Emeğini ortaya koyarak çalışan işçi kesimini idare eden ve onların çalışacağı iş düzenini belirleyen.
Işveren ve işçi ayırımının ortaya çıkışı, iktisadî faaliyetin büyük hacimde yapılmaya başladığı dönemlere has bir durumdur. Özellikle de Batı'ya has bir terimdir. Bilhassa Kapitalist felsefenin ortaya çıkışı sayıları XIX. asır da, işçi belirli kişilere bağımlı olarak çalışan ve sadece ücret alan kişidir. Işçinin varlığı, işi yapabilecek durumda olduğu ve işverenle anlaşması halinde mümkündür. Yani işveren, işçi karşısında son derece yetkili ve üstün bir mevkidedir. Hükümetlerin bile müdahale edemeyeceği bir mevkide olan kapıtalist müteşebbis, bu üstün mevkişi dolayısıyla işçiler için haksız bir çalışma ortamını hazırlamakla büyük toplumsal hadiselerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Batı'da özellikle eski ve orta çağların işçi-patron münasebetleri hemen hemen işçi ve patronun karşılıklı güven ve sadakat esasları dahilinde devam etmiştir. Çalışanlara karşı zulüm ve haksızlıklar, kişilere bağlı bir şekilde sürüp gitmiştir. Fakat Kapıtalizm çağı münasebetleri bambaşka bir şekle girmiştir. Bir kere, iktisadi ve sosyal hayatta olduğu gibi, burada da ferdiyetçi prensip hakimdir Bir işçi kapitalist işletmeye iştirak edince, yalnız iş ve vazifesi bakımından değerlenmiştir. Ona işletmedeki vazifesi dışında bir kıymet atfedilmemiştir. işçi, vazifesini bitirdikten sonra, patronun ilgisi dışına çıkmaktadır. Kapitalist işletmedeki işçi-patron münasebetlerini izah eden en açık görüşü meşhur Amerikan sanayıcisi Ford ortaya koymuştur. Ona göre bir işletmede el ele vererek çalışmak için birbirini sevmeğe, şahsî temasa lüzum yoktur. Işçiler vazifelerini bitirince evlerine giderler. Ferdî şahsî hayatlarını istedikleri gibi kurar ve geçirirler. Nihayet bir fabrika bir salon değildir. Modern sanayide sadakat ve güvene dayalı bir işbirliğine yer yoktur. Zaten modern sanayinin meslek hayatında, insan unsurundan fazla birşey beklenememektedir (Tahir Çağatay, Kapıtalist Içtimai Nizam ve Bugünkü Durumu, Istanbul 1975, s.122)
Sanayileşme ile birlikte, sanayı işletmelerinin yönetimi de günümüze kadar aktüalitesini muhafaza eden en önemli konulardan biri olarak belirmiştir. Aslında XIX. yüzyıl işletme ve teşebbüslerinde yönetimin tek başına kapıtal sahiplerinin elinde toplandığı görülmektedir. Bu teşebbüslerde istihdam edilen işçiler ise ölü sermaye gibi üretim araçlarının sahibi olan kapıtal sahiplerinin irade ve emirlerine terkedilmiş bulunmaktadırlar. Sanayı Kapıtalizminin bu ilk safhalarında, kapıtal sahibi yöneticilerin, iradelerini hudutsuz ve kayıtsız olarak sürdürebildikleri bir gerçektir. Ancak bu durumun bütün ileri sanayı cemiyetlerinde, az ya da çok, aşıldığı, kanunî düzenlemelere tabi olarak çalışan işletme ve teşebbüs devrının başladığı görülmektedir.
Bu durumda yönetim, ücretli profesyonel yöneticilere devredilmiş ve sahiplik ya da sermayedarlık ile yöneticilik birbirinden ayrılmıştır. Sanayi devriminin beraberinde getirdiği yeni teknoloji, sermaye ihtiyacının artmasına ve sermaye maliyetlerinin yükselmesine yol açmıştır. Büyük sermayeleri kendi kaynaklarından sağlayamayan müteşebbisler sermaye şirketleri ve birleşme yoluyla sermayelerini arttırmışlardır. Ancak bu yol, işletme sahipliği ile yönetimin aynı ellerde toplanmasına sebep teşkil etmiştir. Ayrıca büyüklüğün de tesiriyle, örgütlerin yönetici ihtiyacı artmış, bütün bu gelişmeler sonucu olarak yöneticiler sınıfı oluşmaya başlamıştır.
Kapıtalizmin bu yeni üretim tekniği ve sürüm anlayışı, eski sanayı şekli ve sistemlerinden hemen tamamıyle ayrı bir yol tutmuştur. Bu düzende ekonomik hayat kapıtalist teçhizata ve zihniyete sahip teşebbüs erbabı tarafından sevk ve idare edilmektedir. Bunlar üretim vasıtaları, kapıtal techizatı ve işgüçleri üzerinde tasarruf hakimiyete sahiptirler. Bu nizamda küçük sanat erbabının ve feodal zümrenin ekonomik hayatın sevk ve idaresindeki rolleri son derece gerilemiş veya hiç kalmamıştır. Teşebbüs bizzat hissedarlar tarafından değil, fakat onların tayın ettiği ve teşebbüste hisse sahibi olmayan uzman kişiler tarafından yönetilmeğe başlanmıştır. Bu süretle işletme ve teşebbüslerde yönetimin tek başına kapıtal sahiplerinin elinde toplanması sistemi artık terkedilmiş bulunmaktadır (Orhan Tuna, Nevzat Yalçıntaş Sosyal Siyaset, Istanbul 1981, s. 101-102).
Kapıtalist döneme has yönetim felsefesi, çalışanlar üzerinde ters bir tepki meydana getirmiş ve onları kendi haklarını koruma yolunda bir birleşme ve teşkılatlanma noktasına götürmüştür işveren zümreşinin kendi menfaatini sürekli düşünür olması, işçilerin de menfaatleri doğrultusunda bir mücadele içerisine girmesini sonuçlandırmıştır. Avrupa ülkeleri ve Amerika'da bu münasebetle büyük huzursuzluklar ve çatışmalar çıkmıştır. Işçi ve işveren tarafları, birbirlerini düşmanca görerek çatışma içerisine girmeleri uzun yıllar devam etmiştir.
Işçi birlikleri, toplumun endüstrileşme durumuna eşit bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tarihte çoğu bugün de görülebilen değişik türde sendika gruplaşmaları yer almıştır. Bu arada sendikacılığı geniş ve temel bir politik vasıta gibi kullanma çabası, gelişmekte olan ülkelerin siyaşı işlerinde hala önemli bir rol oynayabilmektedir.
Sendika ve şirket arasındaki güç durumu, çatışmanın yoğunluğunu belirlemektedir. Güç, dengeli olunca çatışma fazlalaşmakta; güç ayrılığı çok olunca, bu çatışma en aza inmektedir. Grevler, iş yavaşlatmaları ve iş durdurmaları, anlaşmazlıkları gidermenin militanca yollarıdır. Bununla birlikte, çoğu zaman endüstriyel anlaşmazlığa konu olan taraflar bu anlaşmazlığın daha az yıkıcı bir şekilde sonuçlanmasını arzu etmektedirler.
Batı hukuku çalışma hayatında ortaya "güçler" çıkarıp bu güçlerin çarpışma usul ve vasıtalarını tanzim ile meşgul olmasına karşılık, Islâm dinî "taraflar arasında muvazene" tesisi ile menfaatlerini birleştirmeye gayret etmiştir. Önemli olan, cemiyetin hayatında işsizliğe mani olma ve istihsalın devamını sağlamaktır. Bu hedefe doğru hareket edilerek, taraflar arasında mutlaka bir çözüm bulunacak, bir tarafın diğerini ezmesine müsaade edilmeyecektir.
Islâmiyet emeğe olduğu kadar sermayeye de değer vermiş; ikisinin bir arada tekâmül ve yardımlaşma halinde bulunmasını temin için gayret sarfetmiştir. Toplumun menfaati, Allah'ın hakları içinde yer alır (bk. Servet Armağan, Islâm Hukuku'nda Işçi Işveren Arasındaki Münasebetler, Sosyal Siyaset Konferansları, Istanbul 1982).
Işçinin hakları, Islâm hukukunda, üzerinde çok duruları bir konudur. Işçinin yaptığı iş karşılığında esasları mukavele ile belirtilen bir ücrete hakkıolduğu Islâm hukukçuları tarafından toplumlarda, işçi-işveren ilişkisini vurgulayan bir teferruatla anlatılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) Buhârî'den alınan bir hadisi şerif'te şöyle buyurmaktadır: "Ben kıyamette üç kişinin hasmıyım: Bana söz verip sonra sözünden dönen kimse; hür bir şahsı satıp, parasını yiyen ve bir işçiyi kiralayan, onu çalıştıran ve fakat ona ücretini ödemeyen kimse" (Buhârî, Büyû', 106, Icâre, 12, 15; Ibn Mâce, Ruhûn, 4).
Sermaye-emek çatışması Kapıtalist ülkelerde sürüp gitmektedir. Son yirmi yıl içerisinde işveren ve işçi örgütleri ile birlikte grev ve lokavtlar da sayıca artmış ve yaygınlaşmıştır.
Grev, emeğe daha iyi şartlar sağlamak amacıyla işi durdurma hakkıdır. Böyle olunca, grev yalnız üretici ve tüketiciyi değil, işçileri de etkilemektedir. Piyasada mal arzının düşmesinden ötürü fiyatlar artmakta; bu, tüketiciyi etkilemektedir. Üretime ara verilmesine yol açtığı için üreticiyi de etkilemektedir. Öte yandan grevden ötürü işi durdurmakla isçinin kendisi kayba uğramaktadır. (Ayrıca bk. Ecir, işçi maddeleri).
Grevin zıttı olan lokavt; işyerinin işçilerin alacakları kararlara baskı yapmak için, işveren tarafından kapatılması demektir. Lokavtla üretim durmakta ve işsızlık sorunu baş göstermektedir. Böylece grev ve lokavt sonucu, üretici ve tüketicinin çıkarları zedelenmekte ve bu durum, kestirilmesi güç bir çok sosyo-ekonomik tepkilerin ortaya çıkmasına yolaçmaktadır. Emekle sermaye arasında uzun boylu bir uzlaşma sağlamak için birçok girişimler yapılmış, ne var ki, Kapıtalist sistem bu konuda sağlam bir sonuca varmakta başarısızlığa uğramıştır.
Islâm toplumda sermayenin de, emeğin de varlığını tanımaktadır. Bu konuda Kur'an ve Sünnet'te saptanan temel ilke şudur: Emekçi, işini bağlılıkla ve tüm kabıliyetlerini harcayarak yapacaktır. işveren ise işçiye hizmetinin karşılığını tam olarak ödeyecektir. Gerçekte Islâm, meseleye manevî bir yön vererek, sermaye ile emek arasında kopmaz bir barış kurmaktadır. Bu husus, bugünkü emek-sermaye çatışmasının sebeplerini ve Islâmî emirleri analiz edince daha da aydınlanacaktır. Ekonomik ve psikolojik etkenler, bu tür endüstriyel rahatsızlıklar ve tedirginlik doğurmaktadır (bk. M. A. Mannan, Emek Sermaye ilişkisi, Istanbul 1972, s. 199).